30 Ekim 2013 Çarşamba

Bu blog emekliye ayrılmıştır, yenisine bekleriz

Sayfanın sağında yazanların çoğu hala geçerli. Hala oyun oynuyorum, gülüyorum, tembellik ediyorum. Hala yapmak istediklerimle yapmaya çabaladıklarım arasındaki fark çok büyük. Sadece artık 26 yaşında değilim.

Bu blogu çok büyük hevesle açtım. Ama ne zaman bişeyler yazmaya çalışsam bir kontrol mekanizması çalışmaya başlıyordu. Sanki devlet dairesine dilekçe yazarmış gibi ya da edebiyat öğretmenine verilmek üzere kompozisyon yazarmış gibi bir mükemmellik, hatasızlık baskısı hissetmeye başladım.



İçimden gelen herşeyi paylaşmak istiyorum sadece. Bunun için de tasarımının daha çekici, kullanımının daha kolay olduğunu düşündüğüm tumblr'a geçiyorum.

Daha az hamallık, daha az otokontrol ve daha çok paylaşım hedefliyorum. Beklerim!

tedavul.tumblr.com

15 Aralık 2012 Cumartesi

İslam, sol ve sosyalizm

Vedat Özdemiroğlu'nun (aklı ermeye ve kavramların ne olduğunu az çok okumaya başladığı günden beri İslamiyet'in sağa değil sola yakın olduğunu düşünen biri olarak) her okuyuşumda içimi gıdıklayan yazısı...


Kapitalizm insanın doğasına da aykırı İslam’ın doğasına da. Ve tarihin her çağında, zalime karşı mazlumun direnişi “sol” kokar. Geniş zaman ruhundan bahsediyorum: “Herkesi birden düşünme” matematiğine sahip İslam da, sol da. Bencilin kendisi dahil hepimizi tüketen kör egoyu parçalayan süperegodan söz ediyorum: “Merhametli yaşamdan” yana olmazsak, vahşet yolumuza pusular kurar. Total zekayı anlatıyorum: Ülkeyi, bölgeyi değil, biz dünyalılar, kainat ailesi; bugün başkayı öldürürsek, yarın aynıyı öldürürüz, sonraki gün kendimizi. İslam felsefesi ve sol ideoloji arasında paralellikler kuran düşünce, yarının sütliman alemini işaret etmektedir, bu yüzden günümüzün deniz feneridir. Emek sömürüsü ve sınıfsal kibir, çıkarsız inancın, yarını kuşkulu alınterinin, efendisizlerin gücüyle, gayretiyle alt edilebilir. “Sosyalizm”i sömürü-tüketim uygarlığı için tehlike olarak görenlerin, müslüman insanları da “potansiyel terörist” algılaması sizce tesadüf olabilir mi?... Düşman aynıysa ve saf amacımız adaletse, buyuralım güneyin sofrasına...

(Orjinali ilk kez 18 Ağustos 2011 tarihli Uykusuz dergisinde yayınlanmıştır.)

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Boğaziçi Üniversitesi: Kasa her zaman kazanır!


Durum şudur:

Boğaziçi Üniversitesi öğrencisisin ve yaz okulunda ders almak istiyorsun. Yapman gereken şey ön kayıt döneminde (Mayıs ayında) kayıt parası yatırmak. Parayı yatırmazsan kesin kayıt döneminde (Haziran ayında) CEZALI yatırmak zorundasın. (40 tl daha fazla)

Ön kayıt döneminde para yatırıp daha sonra yaz okulunda ders almaktan vazgeçersen okul kayıt paranı geri VERMİYOR. Ders ücretini veriyor ama kayıt ücretini vermiyor.

(Bu vazgeçme durumu keyfi değil. Öğrencinin elinde olmayan, okula bağlı sebeplerden dolayı yaz okulunda ders alamama / ders almasına gerek kalmama durumu oluşabilir. Benim durumum öyle oldu mesela)

Yani şöyle bir durum var: Kumarhanelerde her zaman kasanın kazanması gibi Boğaziçi Üniversitesi her halükarda kazanıyor.

Yaz okulunda ders alma ihtimalin KESİNLEŞTİKTEN SONRA, kesin kayıt döneminde kayıt parası yatırırsan 40 tl FAZLA ÖDÜYORSUN.

Yaz okulunda ders alma ihtimalin KESİNLEŞMEDEN ÖNCE, cezalı ödememek için ön kayıt döneminde para yatırırsan, daha sonra kayıt parasını (80 tl) GERİ ALAMIYORSUN.

Yani Boğaziçi Üniversitesi her durumda seni soyuyor.

16 Mart 2012 Cuma

Biraz maç yazısı, biraz psikolojik tahlil

Hayal kırıklıklarımızın, üzüntülerimizin, öfkelerimizin, bazen nefretin oluşmasında beklentilerimizin çok, çok önemli rol oynadığını düşünmeye başladım. Zaten son zamanlarda zihnimi kurcalayan bir meseleydi de, Beşiktaş - Atletico Madrid maçıyla birlikte kafamda ayyuka çıktı (bana yazı yazdırabilecek derecede kuvvetle hem de).

Neden bu maçla? Çünkü, çok da mantıkla açıklanamayacak bir biçimde, Beşiktaş'ın turu geçebileceğini düşünüyordum. Okuduğum bazı yazılar (ki hiç de öyle gaz verici şeyler falan değillerdi) ve akşam maçı izleme hevesi, turu geçmemiz halinde duyacağım mutluluğun hayaliyle (ya da hasretiyle mi demeliyim?) birleşince bende bir beklenti oluşturdu. "Geçeriz lan biz bu turu neden geçmeyelim" diye kafamda dönüp durmaya başladı.



Oysa mantıklı düşününce, iki takım arasındaki farklar ele alınsa; ya da sadece Beşiktaş'ın mevcut morali ve form durumu gözönünde bulundurulsa bile durumun nasıl sonuçlanacağı kolayca kestirilebilirdi. Ama ben mantıklı düşünmedim tabii ki, işin içine kalp (bu örnekte: takım sevgisi) girince mantık işlemez...

İlk yarı bittiğinde kaynar kazan gibiydim, her pozisyona itiraz, oyuncuların her hareketine kulp, hakeme laf... Sinir bozukluğu, birilerine çatma arzusu, birşeyler kırıp dökme isteği, gırla küfür... Neyse ki daha sonra motorum soğudu, durumu idrak edip ikinci yarıyı daha kayıtsız izledim.



Demem o ki, bir hareketi yapmadan ya da bir karar almadan önce bulunduğu / bulunacağı durumu çok iyi hesaplamalı insan ve çıkacak sonuçları ele almalı. Kendini gereksiz yere beklentiye sokup sonra gerçekleşmeyince hayal kırıklığını, üzüntüyü, öfkeyi, çaresizliği belki de onlarca kat büyük olarak yaşamamalı...

Bir meseleyi formülize etmeyi pek sevmem, basitleştirdiğini düşünürüm ama rastladığım bu görsel, cuk diye oturarak özetliyor anlatmak istediğimi.



Beklentiler ne kadar azsa hayal kırıklığı da o kadar az olur. Beklentiyle gerçek arasındaki fark ne kadar fazla ise hayal kırıklığı da o kadar artar. Beklenti gerçek olursa hayal kırıklığı yaşanmaz :) -thanks captain obvious!-

---

Bir süredir beklentimi minimum, hatta sıfırda tutmaya mecbur olduğum; istediğim sonucun çıkmasının bana çok çok az oranda bağlı olduğu ve istesem de kendimi bir çırpıda çıkaramayacağım bir durumdayım, bu yazı biraz da bunun mahsulüdür.

29 Aralık 2011 Perşembe

Yılsonu

Yıl bitmeden bloguma bi yazı daha koymak istedim. Blog işi de hayatımda heves edip başladığım diğer tüm şeyler gibi ilerliyor. (Gitar çalmayı öğrenmek, çizim dersi almak ve karikatür çizmek, spor salonuna gitmek, belli bir liste dahilinde düzenli okuyarak kitap bitirmek gibi çeşitli aktiviteler)

Efendim, devirdaim şöyle: Bir şeye başlamaya çok heves ediyorum, ama hep erteliyorum. Uzunca bir zaman o istediğim şeyi ve içimde ona dair duyduğum heyecanı sündürdükten sonra başlıyorum. İlk zamanlar çok güzel, zevkli ve hızlı gidiyor. Daha sonra yavaşlıyorum. Disiplin kayboluyor ve iyice savsaklıyorum. Sonra hepten bitiyor. Ben de yıllar sonra "ah x şeklinde hareket edeydim şimdi elimde y olurdu/şimdi y seviyesinde olurdum" gibisinden hayıflanıyorum.



Mütemadiyen aklıma birşeyler geliyor, o şey hakkında düşünürken kendimi "bloga yazsam mı bunu" diye sorarken buluyorum. Daha sonra ya bilgisayar başına geçtiğimde bilimum zaman öldürücülerle (sosyal medya, oyun, mmo vs) kafamı meşgul ederken unutuyorum, veyahut "ya bloga girecek yoğunlukta/yeterlilikte yazacak şey yok bununla ilgili" cümlesiyle kendimi kandırıyorum. (Mübarek sanki doktora tezinin son aşamasında, akademik referans verecek)

Bu paragraftan itibaren yazıyı nasıl devam ettireyim diye çok düşündüm :) Sonra kendimi saçma sapan şeyler yazmak için zorlarken (kasarken) buldum. Bunu yaparsam eğer yazı amacından sapmış olacak o yüzden burada kesiyorum. Keep tuned :)


Mahmurluğu üzerinden atma yazısı olsun.

15 Eylül 2011 Perşembe

Amme Hizmeti: Erkekler için kıza anlatmalık ofsayt tanımı

Efendim bu akşam Beşiktaş - Maccabi Tel Aviv maçını izliyordum, evdeydim. Salonda da annem var, beraber izliyoruz maçı. Bir pozisyonda Maccabi'nin atağı ofsaytla kesildi ve annem sordu: "Ofsayt ne Aybars?"

Şimdi biz erkeklerin arasında kızlara ofsaytı anlatma geyiği vardır. Mizah dünyası, hatta sinema ve reklam dünyası bu geyiğin çok ekmeğini yemiştir ama onlar bile bu geyiğin ekmeğini yeme konusunda kadın-erkek çekişmesini konu edinenlerin ve iki tarafın zayıf yanlarını sayıp dökerken bu geyiği argüman olarak kullananların eline su dökemez.



Ben de hiç beklemediğim anda bu soruyu duyunca ve yıllardır geyiğini duyduğum durumun içinde kendimi aniden bulunca bi şaşaladım. (şaşalamak, evet) Önce bütün bu geyikler gözümün önünden film şeridi gibi geçti, istemsizce kendi kendime bi güldüm.

Sonra ikinci aşama geldi, düşünme aşaması. Öyle iyi bir şekilde anlatmalıydım ki hem annemin sorusunu direkt olarak cevaplamalıydım, ofsaytın ne olduğunu anlatmalı ve kafasında soru işareti bırakmamalıydım hem de o geyiklerde, genelde kadınların şikayet mevzuu olduğu gibi, karmaşıklaştırmayıp mümkün olduğunca basit bir biçimde anlatmalıydım. Durdum yaklaşık 1-2 dakika filan düşündüm, sonra da cevapladım:

Bi takım topu rakip kaleye doğru vurduğu (pas verdiği) anda rakip kale çizgisine en yakın kişi rakip takımdan değilse ofsayt olur, topu vuran takım cezalandırılır ve top rakip takıma geçer.

Sonra böyle kompakt bi tanım yapabilmem hoşuma gitti, anneme de söyledim. O da ikiletmeden, bi kerette anladı. (kerette, evet) Ardından detayları da sundum anacığıma: Aslında rakip kale çizgisine en yakın iki kişi, ama rakip takımın kalecisi genelde kalesindedir, o yüzden bir diyoruz. Topun atıldığı en yakın kişi durur kıpırdamaz, arkadan biri gelip o topu alırsa ofsayt olmayabilir, hakemin takdirine kalır vsvs...

Velhasıl, amme hizmetimdir, tüm erkeklere kıyağımdır. Ofsayt tanımını kompakt bi şekilde tek tanıma sığdırdım, alın tepe tepe kullanın. Hatta 140 karaktere bile sığdırdım tweet attım, na burda:

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Sergen...


O, ben ve yaşı 30'u aşmamış pek çok insan için Türk futbol tarihinin gelmiş geçmiş en yetenekli futbolcusu. İzlemiş olsak onunla karşılaştırmayı düşünebileceğim ancak Can Bartu, Lefter (Küçükandonyadis) ve Metin Oktay geliyor aklıma.


Muhabir: Sergen senin için hep "koşmuyor" eleştirisi yapılıyor, ne söyleyeceksin?
Sergen: Abi ben söylüyorum, anlatıyorum ama kimseye dinletemiyorum. Koşunca yoruluyorum abi ben!



Hiçbir zaman "ciddi" bi adam olmadı. Disiplin, düzen, istikrar filan gereksiz kelimelerdi onun için. Onun kadar büyük yetileri olan pek çok insan için olduğu gibi. Dolayısıyla kariyerinin başından itibaren hep rahattı, kafasına estiği gibi yaşadı, futbol oynadı, transfer oldu. Hiç kimseyi takmadı, sokakta görsen muhabbet edeceğin, iki üç kere aynı masaya otursan enseye şaplak olacağın adam görüntüsü hiç gitmedi. (Şu iki tvit süper özetliyo rahatlığını :)


Gün geldi futbolu bıraktı, yorumculuğa başladı. Onu formasının renginden, gol/asist sayısından bağımsız sevenler daha da çok sevdi çünkü ekranda çizdiği profil tam "kahve adamı"ydı, ondan Uğur Meleke ya da Mehmet Demirkol gibi derinlemesine analizler, belli bir mantık silsilesini takip eden, argümanlar sunan analizler çıkmasına gerek yoktu. Kafasında ne varsa, o anda ağzına ne geldiyse hep onu söyledi.
Tabi bu sayede bize de bomba şeyler sundu :) Onlardan bazıları...

"Bi araştırmışlar... Almadılar"



"Desem yalan olur"



"Uzun süre iki tarafı birlikte götürmeye çalıştım"




"Ben 4. sarı kartı kovalıyorum"



"Ben arabanın peşindeyim o zaman"



Ercan Taner: Sergen, Tabata Beşiktaş’a ne getirir?
Sergen: Valla Antep’ten baklava getirebilir mesela!


Muhabir: Sergen iddaa oynayan çocuklar var, iddaa oynama yaşı gittikçe düşüyor. Ne söylemek istersin bu konuda?
Sergen: Valla Fransa liginden uzak dursunlar, çok sürpriz oluyor!


(Maalesef son ikisinin videosunu bulamadım)

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Top Series Vol. 1: Bu yazın en iyi 5 şarkısı

Şimdi efendim, blogda böyle en iyi 5 hede, en süper 5 hödö, en güzel 5 fifi tarzında seriler yapacağım kafama estikçe. Onların da hepsinin başında (başlığının başında daha doğrusu) Top Series yazacak. Siftahı da, ilk defa bu yaz dinlediğim ve en beğendiğim 5 şarkıyla yapacağım.

Peki bu nereden esti? Ayıptır söylemesi 1-2 ay önce yeni telefon aldım, böyle radyosu falan da var. Hepsiburada.com sağolsun, kıytırık bi hafıza kartını 1 ayda yollayamadığı için uzunca süre radyo dinledim. Tabi haliyle de bu yazın pop müziğine az buçuk aşina oldum.

Başlayalım.



5. Ajda Pekkan - Yakar Geçerim
Cıstak cıstak ekolüne mensup gibi gözüktüğü doğru. Ama dinleyince fabrikasyon disko şarkıları gibi olmadığını anlıyorsunuz. Uzun süre sonra Ajda Pekkan'ın söylediği bir yeni şarkıyı dinleyebildim ve beğenebildim, bu da ayrı bir başarısı. Ancak yeniden dinlenebilitesi düşük. Üçüncüde falan sıkmaya başlayabilir, zaten 5. sırada olmasının tek sebebi de o.



4. Tuğba Özerk - İlan
Bu şarkıysa cıstak cıstak ekolüne mensup gibi değil, direk mensup. Ancak Tuğba Özerk'in cute sesi, vasat üstü sözleri ve simetrik melodisi sebebiyle beğendim. Sırıtan tek şey klibi ve halihazırda gayet güzel bir hatun olan Özerk'in saçlarını sarıya boyatması! Mis gibi güzelliğini niye bozarsın, nasıl öyle kötü bi makyaja izin verirsin te Allah'ım ya...



3. Nev - Ben Yokum
Efendim gayet alaturka ruha sahip orjinal bir insan Nev. İyi bir müzisyen bi kere, iyi bir virtüöz ve "popüler kültüre meze olmayan" cinsten bir ünlü. Yaptığı her işte de bu yüzden orjinallik var, bu şarkısı da arşivlenebilir nitelikte olmuş



2. Grup 84 - Hayır Olamaz
Dikkat dikkat! 84 şarkısı dinlediğinizi öyle her yerde söylemeyin, liseli, ergen ya da bunalım damgası yemeniz çok olası! Yıllar önce ilk çıkardıkları şarkı resmen patlamıştı ancak böyle hafif damar, arabesk rock koktuğu için kısa sürede damgayı yediler. Benim de 84 dediğim anda "böğğ, liseli müziği yapıyolar" falan diyen arkadaşlarım var sağolsun. Uyarayım dedim :) Bu adamların yaptığı her albümde en az 1 tane arşivlik şarkı oluyor. Bu da öyle, tekrar tekrar dinlenebilir. Sıkmıyor. (Hatta rutin bir hayatınız varsa ve kapitalist sistemin ucundan kıyısından kölesi olmaya başlamışsanız her dinlediğinizde "dağılın lan" dediği yerde siz de içinizden söylüyorsunuz, hop, o kolpa isyan dürtüsü de karşılanmış oluyor, hoş oluyor :)



1. Grup 84 - Söyle
Bu albümde arşivlik şarkı 1 değil 2 :) Üzerinde çok konuşulası değil, süper olmuş çok beğendim.

Not: Efendim, ufaktan hayran olduğum Sıla'nın Kafa şarkısı da çok güzel ancak tekrar dinlenebilitesi çok düşük olduğu için listeye giremedi. Ama adını zikretmezsem olmazdı.

18 Ağustos 2011 Perşembe

El Clasico: The Beginning

Azap çeken ve son iki ayda futboldan soğuyan Türk futbolseverler olarak her geçen yıl daha da aidiyet hissettiğimiz ve bu yıl açılışı erken yapan Real Madrid-Barcelona rekabetinde biraz kafa dağıttık. İspanya Süper Kupası'nı malumunuz Barca kazandı. 2 maçta 9 gol izledik, Katalan sempatisinin önde bayrak sallayanlarından (ve artık bunu ekranda iyice fütursuzca göstermekte hiç bir beis görmeyen) Ertem Şener'e bol bol maruz kaldık. Neyse klasik giriş faslını ve her yerde bulunacak geyikleri geçelim.



Mourinho şu an 'daha iyi yenilme' aşamasında. Rakibine %80 civarlarında topla oynama fırsatı veren ve 5 yiyen takımını artık oyunu kontrolüne alan, reaktif değil aktif oynayarak kendi oyununu dikte ettiren; rakibinin kendisini ancak 'wonderkid'i sayesinde yenebildiği bir noktaya getirdi. Artık rakibine önce psikolojik olarak ezilen Madrid yok. Tam tersine, geriye düştüğünde karalar bağlamayan bi Madrid var artık. İki maç içerisinde üç farklı kez geriden geldiler.


Zidane'ın formasını giymeye başladığından beri her gördüğümde göğsümü kabartan Mesut Madrid'e ilk geldiğinden beri fizik olarak kendini çok geliştirdi. Ancak hala Clasico'ları kaldıracak düzeyde değil. Ayrıca oyun içinde de kopuşlar yaşıyor, 5-10 dakika etkili olursa 15-20 dakika kayboluyor mesela. Ama uyumadığı anlarda parmağının olduğu her aksiyon, mutlaka Madrid tehlikesine, atağına, pozisyonuna dönüşüyor. Real'in Clasico'larda üretken olması, sonuca gitmesi için tek silahı Mesut. Barca'ya karşı pas, şut, dripling ya da çalım tercihleri %80 yanlış, yanlışın da ötesinde berbat olan Ronaldo'nun oyun aklına kalamaz Madrid.

Mesut'a tek alternatif Kaka ancak dinibütün Kaka reyiz sakatlığın etkilerini muhtemelen hiç atamayacak. Umudum azalıyor ama inşallah ben yanılırım. İkinci opsiyon ise Nuri ancak Nuri Mesut'un "yerine" değil, ona "tamamlayıcı" olabilir.


Notlar:

- Benzema kendini geliştiriyor, çok sevindirici.

- Coentrao fizik olarak zayıf gözükmesine rağmen değil, ayakta kalıyor, alan savunması iyi, kolay çalım yemiyor, Marcelo gibi atlangoç da değil. Çok yararlı bir transfer. Ayrıca Ronaldo ve Di Maria'dan sonra Real'in apaçi kontenjanını genişletti. Bu Portekizlilerin kanında var biraz herhal :D (bkz: Q7)

- Mou'nun yardımcıya yaptığı hareket (tam gözükmedi ama) şu kulak memesine işaret parmağıyla vurduğumuz hareketti sanırım. Ön sırada oturan arkadaşlara filan yapardık, yumruk at o kadar sinirlenmez karşındaki. Az çakal değilsin ula Mou :)

- İki kardeş vardır, biri yaramazdır yaramazlığını her daim, herkesin gözü önünde yapar. Azar işitir, ceza yer filan. Diğeri de daha usludur, ana babaya şirin gözükür onların yanında azmaz ama yapacağını sinsice, çaktırmadan yapar, imajını bozmaz. Kavga ederlerse mesela ihale yaramaza kalır. Heh, Real Madrid o yaramaz kardeş, Barcelona'ysa o sinsi olan. Faullere, yerde yatmalara, zaman geçirmelere bu gözle bakın. Farkedeceksiniz.

- Mesut demiş miydim? Hastasıyım :)


Tüm Barcelona taraftarı panpişleri tebrik ederim ancak görüp göreceğinizin bu olacağı vakitler yaklaşıyor benden söylemesi :)

Mini çakal notu: Twitter'a yazdıklarımı buraya tekrar yazmakla uğraşmayayım diye kopipeyst.

14 Ağustos 2011 Pazar

Ustalara saygı

Necatigil usta
Tolkien deha
Haşim büyük
Nazım bilge
Necip Fazıl üstad

Pek sen nesin?
Hadi seni geçtim,
Ya ben neyim?

-2008